(8. Gün) Passo dello Stelvio - Curon Venosta: "Hair Pin" saça takılan bir şey değilmiş...
Kahvaltıya indiğimizde minik salon çok sevimliydi. Herkesin masası belli ve hazırdı. Masanın üzerinde sizin odanızın afişi olan bir kart ve şöyle bir tabak vardı:
Bellagio'nun mutlu mesut, güzel havasını bırakıp yine yollara düştük. Mustafa'nın en çok hayalini kurduğu şey bu geziyi motorla yapmaktı, ancak 8. günün sonunda araba kiralamakla ne kadar doğru bir şey yaptığımızı fark etmek üzereydi. Beni evde bırakıp bu yolculuğu tekrar yapmaya karar verecekti. Uzun ince, bisikletlerle dolu, ilerlemenin imkansız olduğu Como Gölü kenarından yavaş ama emin adımlarla Passo dello Stelvio'ya doğru yola çıktık. Passo dello Stelvio gerçekten bir motorcunun hayalini kurduğu bir yol ve nedenini anlıyorum, ama ben pamuklar içinde büyümüş; 30 yaşından sonra seyahatin yumuşak yataklı odalar ve kruvasanlı kahvaltılar anlamına geldiğini anlamış olan ben için arabayla bile "ya öleceğiz ya da gerçekten öleceğiz"den ibaretti.
Bir kaç saat araba kullandıktan sonra o pazar günü geçitte bisiklet yarışı olduğunu ve 14.00'e kadar kapalı olduğuna dair tabelalar görmeye başladık. Saatte problem yoktu, ama binlerce bisikletçiyi hayal bile etmesi zordu. Geçit saatlerdir trafiğe kapalı olduğu için birikmiş arabalar, motorlar, otobüsler ve yarışı bitirmeye çalışan binlerce bisikletli aynı anda yolda ilerlemeye çalışıyordu. Üstelik çoğu noktada yol çok dar olduğundan polis bir tarafı durdurup diğer tarafı geçiriyordu sürekli olarak.
Pazar günü olduğu için profesyonel, amatör; Bmw'den Vespa'ya her türlü motor gidebildiğince gidiyordu. Biz arabayla bu kadar zorlandıysak otobüsleri düşünmek bile istemem.
Çıkma kısmı çok keyifli, hem manzara inanılmazdı hem de yolu gördüğünüz için daha az korkutucuydu. Tepe noktasında bir minik köy, pansiyon ve restoranlar var, sonra ise sonu gelmez bir iniş başlıyor.
Aşağı doğru inerken yola değil sadece elimdeki navigasyona bakıp 5'er saniye aralıklarla Mustafa'ya "hair pin, hair pin, hair pin, merak etme sadece 14 tane kaldı "hair pin" diyordum. Arkamızda iki tane Vosvos, eski ama bakımlı bizi takip ediyordu. Bütün iniş boyunca Mustafa "Hangi akılla bu arabayla gelmişler? Bu araba buraya sokulur mu? Bu adamlar deli mi?" dedi ki haklıydı da ya da biz öyle zannediyorduk. Özellikle her iki virajdan birinde orada ölenlerin ölüm tarihlerini gördükçe...
En sonunda ufak da olsa bir düzlüğe indik veeeeee o arkamızdaki Vosvos'lar bizi solladı ve hızla ufukta yok oldu. Neyse biz de Porsche motoruyla modifiye edilmiş Vosvos görmüş olduk ömrü hayatımızda...
Avusturya sınırından hemen önce Curon Venosta kasabasına girdik. İtalyan sınırında olmasına rağmen kimsenin italyanca konuşmadığı, tüm evlerin klasik Alman evi olduğu bir küçük kasaba.
Elbette bizim kalacağımız yer bu kasaba da değil, uzaklaşan ve sonu dağlarda biten bir patikanın
üzerindeydi. Kalacağımız evi ve kapısını bulmak elbette çok ama çok zor oldu. Özellikle de etraftaki herkes yalnızca almanca konuşuyorken. Ev sahibemize mutfağı kullanabilir miyiz dedik, marketten aldıklarımızla indik mutfağa. Bu arada alt katta kalan bir çiftle tanıştık. Köpekleri ve motorlarıyla kapıya geldi, tabii ki Mustafa'yı kaybettik. Adamla 30 dakika kadar nefes almadan konuştu. Sonra onlara da yemek yapmaya karar verdi. O yemeği, ben tatlıyı yaptım, çimlerin orada bir çardakta mum ışığında yemeye oturduk. Afganistan göçmeni, Almanya'da büyümüş, İngiltere'de yaşayan ve sivil toplum kuruluşlarında çalışan bir kadın ve Newcastle Üniversitesi'nde Siyasal Bilimler profesörü bir çift.
Yolların en sevdiğim özelliği bu, hiç tanımadığın ve hayatın boyunca başka bir yerde aynı masada oturmayacağın insanları bir araya getiriyor. O yüzden yemek ve gezmek hayatta yapmayı en çok sevdiğim iki şey, çünkü insanları bağlıyor; hayatın aslında ne kadar kolay olduğunu ve insanoğlunun onu nasıl zorlaştırdığını hatırlatıyor.
Comentários